Toz bulutlarından, yıldızlardan oluşan yaşamdan değişik
evrelerden geçerek soluyan, işiten, gören canlılar olduk. Nasıl ve nerden
geldiğimizi
unutarak bize var edilen hayatı yaşamaya başladık. Bu
unutkanlıkla parçalarımız, dünya denen hayatsal kürede buldu kendini.
Yaratılışımızın
bilinmezliğinde bize var edilen sınırlarda bulduk
kendimizi ve bu sınırları kendimize sınırladık. Çoğu insan
soluduğumuz
havanın ortak olmadığı kanısında. Sınırsal bir şartlılıkla
bilinçlerinden gelen benliklerle daha üstün olduğunu düşünür.
Tek başımıza olan
eksikliğimiz
toplumsal ya da dünyasal anlamda da eksiklik anlamına gelir. Çünkü ne kadar
aciz olduğunun farkındadır insan.
Böylece aynı amaca hizmet eden düşünceler bir siyaset oluşturdu. Var
olmak sanıldığı kadar tek başına yaşamak anlamına gelmiyordu. Gruplaşabilen
topluluklar hep süregelen bir gelenekle ortak yaşama bilinci geliştirdiler.
Kendi gruplarının menfaatini kutsal ve dokunulm
az kabul edip sadece
kendilerinin yaşamaya hakkı olduklarını düşündüler. Bunun sonucunda gruplaşma üzerine kurulan siyasetin
bencilliği oluştu. Bu bencillikle oluşan güç, rekabet ve hayatta kalma
tutkusu feci sonlar yıkımlar getirdi insanlara. Bu düşünceler günümüzde var
olan sınırsal ülkelerin amacını oluşturur. Yakın tarih bilimine bakılarak da
olanların bundan ibaret olduğunu görebiliriz.
Öyleyse hayatta kalmanın amacı gruplaşarak belli bir ideolojiye
bağlanmaktı. Bu ideolojilerin rengi ya da biçimi önceden önemli değildi sadece
yaşamaya olan çabamız bize bu seçimi vermiyordu; belirsiz yaşamak uğruna…
Merhametten o kadar şüpheye düşmüştü ki insanlar bu amansız ayrılıkla
sınandılar.
İnsanlığın tarihi özeti
saydığım bu geçmişe duyduğum ibret yaşanılan ırksal ve mezhepsel çatışmalara
çözüm üretebileceğimi ve kapladığım sınırlardan daha büyük alanlara ulaşan
sınırlar, hayallerimdeki sınırsızlığın olabileceğini düşündürüyor. Böylece
insanların kendilerinden başkalarına da insan diyebileceği bir gelecek söz konusu
olursa buna katkı sağlamaları memnun edecektir.
Yaşadığımız dünyada bir yerlere bağlı oluşan kültür ve dilimiz
hep ortakça bir alışveriş sonucunda meydana geldi. Birbirimizin geleneklerinden
ve dilinden etkilenebileceğimizin gerçeği bu etkinin neye bağlı ve niçin olması
gerektiğini akla getiriyor. Bunlar oluyorsa madem bilinçsiz bir şekilde
ulaşabileceğimiz mükemmel bir toplum ve dünya, Selam Ülkesini görebileceğimiz
anlamına geliyor.
Zihnimize kazılan belli bir kültür ve âdetin içimizde belli bir
amacı olmalı. Bizleri hep bir çabaya ulaştırmak isteyen karanlıklardan aydınlığa
teşvik eden iyilik ve merhametimiz bu kaçınılmaz cesareti veriyor. Güzel
düşlerin olabileceğini bile hayal etmemiz mükemmel bir sağlık ve kişilik veriyor.
İşte sağlıklı kişiliklerle oluşabilecek Selam
Ülkesi gerekliliği ve yeterliliği burada ortaya çıkar.
Bu yüzden oluşan
kültürel benliklerimiz Selam Ülkesine
dönüşmelidir. Çünkü dönüşebileceğimiz bir yer ancak masallardaki anlatılanlar
gibi bize farklı gelen olabileceğini her an düşleyebileceğimiz ve olacağına her
an kendimizi yakın hissettiğimiz o yer o Selam ve Barış Ülkesi olmalıdır.
O zaman belirsiz olan ırklar, diller ve farklı düşüncelerden oluşan her topluluk
dönüşümlü olarak yeni bir kültür yeni bir ahenk içinde Selam Ülkesine akacaktır. Var olan bütün eksiklikler sağlıklı bir
kişilik ve dünyada tamamlanmayı sabırla bekleyecektir.